22 Ağustos 2011 Pazartesi

Kar Beyrut Kar


Kar Beyrut Kar, Mavi Neşe Gölcük'ün ilk kitabı. Yetkin, öfkeli ve şiirsel bir ilk kitap. Gölcük'ün öyküleri yer yer politik bir bakışa sahip olsa da, kitabın temel derdi çok başka yerlerde ortaya çıkıyor.

"Asal sayı olmak istiyorum dedi kardeşim, neden dedim, artık bölünmek istemiyorum dedi". Mavi Neşe Gölcük'ün bir öyküsü bu cümle ile başlıyor. Kitaptaki başka bir öyküde daha var bu bölünme meselesi. "Vatan çift sayı mıdır yoksa tek sayı mı?" sorusuna öykü 'kahramanları' elbette bir cevap veriyorlar ama yazarın bu 'bölünme' meselesini çoğunlukla metaforik olarak kullandığını görüyoruz. Gölcük'ün öykü kahramanları, denilebilir ki bu metaforik algının sınırlarında gezinen, deliliği mesele edinen, devlet ve evle kavgalı, hatta bir süre sonra anlatıcının kendisinin de zaman zaman araya girmesiyle anlatıyla kavgalı kahramanlar. Öfkeli ama bu öfkesini kendi içine çevirmiş, şiirsel ama lirik olmayan, kanırtan ama bundan ironik bir payda da çıkaran kapalı metinler Mavi Neşe Gölcük'ün öyküleri.

Kar Beyrut Kar, Mavi Neşe Gölcük'ün ilk kitabı. Yetkin, öfkeli ve şiirsel bir ilk kitap. Gölcük'ün öyküleri yer yer politik bir bakışa sahip olsa da, kitabın temel derdi çok başka yerlerde ortaya çıkıyor. Kendini işgal altında hisseden, ev ve eve ait nesnelerle takıntılı ilişkileri bulunan, çocukluğu cin-peri hikâyeleriyle korkutulmuş, devlet ve onun temsil ettiği değerlerle barışık olmayan kadınların hayatı ile bütün mazlumların yükünü taşıyan bir anlatı onun öyküleri. Kitabın adına taşınan 'Beyrut'a kar yağması' temennisi yine bu algının uzantısı. Bu öykülerde, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisiyken (devlet dersinde) bir tuvalette ölü bulunan Ali Serkan Eroğlu da var, kendi sürgün olmadığı hâlde görev yaptığı köy toptan sürgün yediği için büyük şehirlerde taksi şoförlüğü yapan öğretmenler de, artık her yerde olan Amerika da, büyük şehirlerde yaşayamaya mecbur bırakılmış 'dilsiz kadınlar' da var. Ancak Gölcük'ün asıl başarısı, bunca sert malzemeye rağmen, bu öykülerin yoğun bir şiirsellik taşımalarıyla başlıyor: "Harfler" diyor örneğin, "acıcanlara yazılamayacak kadar narindirler, düşüp kırılabilirler, bu yüzden acıcanlara yalnızca iki harfli bir ses bırakmışlardır: ah" gibi çok vurucu, çok etkileyici şiir cümleleri var bu öykülerde. Bütün bu sert malzemeyi şiirsel, ama kesik kesik, tıkalı bir dille yazıyor Gölcük. Şiirselliği, bu tür anlatılarda olduğu gibi lirizme heba edilmemiş, daha çok İkinci Yeniciler'in kullandığı tekniği andıran bir özellik taşıyor. Bir örnek daha:

"Bekliyoruz.

Beklemenin esiriyiz.
Ve kulu.
Tek günahımız beklemek.
Hiçbir şey yapmadık, suçsuzuz.
Biz her şeyi bekleriz.
Bekçiyiz, bekleriz.
Suçsuz ve günahkâr kavmimiz
Beklediğimiz için, görmedik, duymadık, kıpırdamadık, suçsuzuz
Biz işimizi pek iyi yaparız, bekleriz.
Her kahve falından sonra tanıdığımız herkesi düşünür, tanıyacaklarımızı düşleriz".

Mavi Neşe Gölcük'ün öykülerinde dikkat çeken bir diğer özellik ise, anlatıcının kendisinin de bu öykülerin bir parçası olması. Anlatıcının, dikkatin öyküye çekildiği anda ona müdahale etmesi, anlatıyı bölmesi, parçalaması, yoğun şiirsel yükü kesintiye uğratması, Nurdan Gürbilek'in tanımıyla, kendi endişesini de metne taşıması bu öykülerin bir başarısı olarak gösterilebilir. Kitapta bu türden bolca örnek var. Örneğin, "Türlü türlü yalnız insanlar insanlar vardır. İnsanları iki defa yazdığımın elbette farkına vardım. Ama bu hikmete dokunmayacağım" (s. 134); "Girerken lay lay girdiniz şimdi bay bay çıkamazsınız. (Evet cümlenin sonuna nokta koyduğumun farkındayım, ama yok ki başka işaret, adı kesinlik işareti olan bir işaret.)" (s. 97), "Kim diyebilir ki ünlemler hareket edemez diye! İ, işte böyle" (s. 89); "Buradaki ünlem (!) çok önemlidir, ünlemi hafife almayınız, bu, davulun vurulduktan sonra sesinin kesilmemesidir, bu cümlenin kulaklardan silinmemesidir" (s. 97) gibi cümleler tam da yukarıda sıralandığı gibi bir işleve sahipler. Kendi imkânsızlığının da farkında yazar! Çünkü, kitabın temel meselesinin, bu 'bölünmüşlük' olduğu hatırlanırsa, anlatıcının bu öykülere dahil olması, onları bölmesinin nedeni daha iyi anlaşılacaktır.

Mavi Neşe Gölcük'ün, zaman zaman birbirlerine göndermeler de içeren öykülerinde çoğunlukla kadınlar var. Devlet, din, töreler ve erkekler tarafından bölünmüş kadınlar. Yalnızlığı hiç de derunî bir şey olarak tarif etmeyen, aksine yalnızlığın teknik bir şey olduğunu düşünen, "Neden bize gelmiyorsun?" diyen komşuların tuhaf bakışları altında kendi cinsleri arasında da yalnız ve dilsiz kalmış, orta sınıf karakterinin bütün kötü bakışlarını üzerinde hisseden, bir zaman 'dışarıyı' bir umut olarak görmüş ama sonra yine geri çekilmiş öykü kahramanları var kitapta. 'Sümbül Hanım' öyküsünde bu durum pek güzel anlatılıyor: "Bir vakit eş dost edinmek iyi gelir diye sokağa çıkmaya, cemiyete karışmaya kalkmış, fakat karşılaştığı kadın ve erkeklerin, içinde güç, kuvvet, azim ve bağımsızlık geçen cümleleri Sümbül Hanım'a sinek vızıltısı gibi gelmiş, vücudu sinek ısırıklarıyla dolmuştu". Öykünün sonunda Sümbül Hanım'ın kendi ağzından günlüğüne düşülen notun '"tutanak dili'yle yazılmış olması da, bu bölünmüşlüğün bir uzantısı: "Günün özeti: Balkon kirli bulunmuş, balıklar ve onların evleri özlenmiş. Ağlanmıştır".

Gölcük'ün öykülerinde zaman zaman ironinin öne çıktığı belirtilse de, bu öykülerin asıl tonunun keder ve öfke olduğu söylenebilir. Kitabın can alıcı öykülerinden 'Yasin'de anlatılan anneanne (Goge) tekil bir örnek olmakla beraber, göç ve onun doğurduğu sonuçları göstermesi bakımından eşsiz bir güzellikte:

"Ye diyordu annem. Sana süt, yoğurt ve etli yemekler getiriyordu. Yemiyordun. Annem kızıyordu, üzülüyordu. Üzülünce sinirli oluyordu. Niye yemiyorsun diyordu. Yemiyorum, diyordun.
- yemiyorum.
Annem kızıyordu. Sen kuru kuru anne olmuştun. Ciğerlerin, belki, yesen iyi olacak, yapışmayacaktı.
- niye yemiyorsun?
- yemiyorum.
Bir çırpıda, alçak sesle, yere bakarak, yemiyorum, diyordun, e, i, o, u ancak bu kadar daralabilirdi.
Annem üzüldü, sinirlendi, sana kızdı, çocukluğunun, ömrünün büyük hasretine, sana, Goge'ye.
Haçermek'ten çıktığında, türkçe, Haçermek türkçesi konuşuyordun. O türkçede 'yiyemiyorum' yoktu.
Rutan. O köy. Zaza köyü. Türkçe yoktu Rutan'da. Sonra sonra anladı neden yemediğini.
Çünkü yiyemediğini. 'Yiyemiyorum' demeyi bilmediğini".

Zaman zaman, yukarıda anılan şiirsellik asıl anlatının önüne geçse de, Mavi Neşe Gölcük'ün ilk kitabı Kar Beyrut Kar, bir ilk kitap olmasına karşın son kitap olgunluğuna sahip!

O Kendini Biliyor. Ona bir mektup yazdım. Telefon edip sordum, aldın mı diye. aldım, ben de sana yazdım dedi, adresimi tekrar istedi. Mektubunu aldım, ben de sana yazdım dememiş olsaydı, kendimi kaybeder, aynı güç birkaç defa daha yazar, bunu birkaç hafta yapabilirdim. Ve tüm bunların üzerine, o bıktığı için bana bir yeter artık mektubu ya da bekleyiş mektubu gönderebilirdi. Evet, bekleyiş mektubu, gelmesi çok uzun süren bir mektuptur. Had mektubudur hayatın. Yani, ben birkaç ay daha yazar, bir vakit yorulur ve hep beklerdim.

Ama öyle olmadı. Dedi ki bana, mektubunu aldım, ben de sana yazdım gönderdim.
Her gün posta kutuma yedi kez baktım.

Radikal - 13.01.2006 / Kemal Varol

Cumhuriyet Dergi'de çıkan başka bir yazı

Dergi 15.01.2006

BEN NASIL BİR 'HİÇ'İM...

Berat Günçıkan

Hani bazı kitaplar vardır, "bitmesin" dersiniz, "sonra ne okurum ben"? Mavi Neşe Gölcük, Agora Kitaplığı tarafından yayımlanan ilk öykü kitabı "Kar Beyrut Kar"da işte bu hissi uyandırıyor. Sarsıyor, kolluyor, okşuyor, vuruyor, sonra da yalnızlığıyla baş başa bırakıyor, okuru. Peki, Mavi Neşe Gölcük kim? Ne okudu, nerede büyüdü, kelimelerle, cümlelerle, en sonunda da yazıyla ilişkisini nasıl kurdu? Yanıtlıyor: "Kim olduğumu bilmiyorum. Annemin kızıyım. Kızı olmaya çalıştım, ama beceremedim. Bu yüzden kim olduğumu tam olarak bilmiyorum, ne olduğumu da... Bir olmayı beceremedim, kimler oldum."

-Sonrası...

Diyarbakır'ın Bağlar semtinde büyüdüm. Sürekli birbirine açılan dar sokaklarda dolandım durdum çocukken. Nedenini bilmiyorum, ama sürekli alıp başımı gidermişim... Beni bulduklarında da tek kelime etmezmişim. Oyun oynamayı becerebilen bir çocuk değildim, bu yüzden çok izledim. Okula gitmeden önce "Bayrak" ve "Bu Vatan Kimin" şiirlerini ezbere biliyordum. Annem yatılı bölge okulunda ezberlemiş, bana da ezberletmişti. Bazen bağıra bağıra insanlara "Ey mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü" diye okurdum, onlar da aferin derdi. Kendimizi güvende hissedeceğimiz, sokağımız diyeceğimiz bir sokak da olmadı. Bağlar'da o sokaktan o sokağa taşındık durduk. Sokak yok, oyun yok. Geriye iki şey kalıyor. Hayal ve kelimeler. Ben de kurdukça kurdum, buldukça okudum. İlkokulda masallar, ki hepsine bayılırdım, dışında yalnızca Kemalettin Tuğcu kitapları vardı, kırtasiyelerde hep o satılırdı. Allah bilir ya, belki de hepsini okumuşumdur. Bir de annem sürekli bir şeyler anlatırdı. Babaannem konuşan dağlardan, ağlayan nehirlerden, ölen denizlerden bahsederdi... Neyse büyüdük, Ahmet Kaya dinleyip Ahmed Arif okuyup yol aldık... Bu vatan kimin onu da öğrendik... İzmir'de fanzin çıkarıyorduk arkadaşlarla, bizi kovmaya çalıştıkları dünyaya kaçak giriyorduk... Ve şiir tabii ki şiir. Dünyayı iki kere öğrendiysem ikincisini şiirde öğrendim diyebilirim. Arkadaş Z. Özger, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Sezai Karakoç, Sait Faik, Sevim Burak... Çocuk ve Allah. Kafka ve Dostoyevski... Brautigan...

ZİKZAK ÇİZEN METİNLER...

-Kar Beyrut Kar, 1997-2005 öyküleri... Kaç kez geri döndünüz öykülerin üzerinde, kaç kez yapıp bozdunuz?

Kaç kez döndüm bilmiyorum. Çoğu kâğıtlarda el yazısıyla yazılmış hikâyelerdi, 97'den beri yazdığım. Önce onları temiz kâğıtlara çektim. Sonra bilgisayara geçirdim. Sonra da bazen bilgisayarda, bazen yine el yazısıyla üzerlerinde çalıştım. Üç yıldır kâh başlayıp sonra vazgeçip sonra yine başladığım, daha çok düşünmeyle, kâğıtlara ya da ekrana bakarak, bunu nasıl anlatabilirim diye geçen bir süreçti. Sonunda ancak bu kadarını becerebildim...

-Kurgudan öte, kelimelerin, cümlelerin coşkusu okuru içine çekiyor. İmlada bir başıbozukluk hali var, örneğin, bir büyük harfle başlıyorsunuz cümleye, bir küçük harfle. Büyük harfle başlamayı iktidarı boşlamak olarak ele alsak bile, bir öykünüzde buna sahip çıkıyorsunuz, diğerleri aynı akışında devam ediyor... Bu dilin gücünü kırmak, ama kırarken yeniden inşa etmek derdi mi?

Oya gibi işlenmiş metinler, şiirler vardır. Kusursuzlardır. Tek söyleyebileceğiniz kusursuz olduklarıdır. Ama ben düşünceye yakın metinleri daha çok seviyorum. Yani zikzaklar çizen, aşağı inip sağa savrulan, vazgeçip dönen, fırlayan, tekleyen... Zihin olmadık bir yerden olmadık bir yere gidiyor ve küçük harf ya da büyük harfle düşünmüyor. Evet imladan neredeyse rahatsız oluyorum. Ama metnin okuyucuya düşündüğümü verebilmesi için bir şeyler bulmam gerekiyordu. Rüyalar, düşler, çocukluğun gözü küçük harfle kuruldu. Dilin gücünü kırmak değil, aslında tam tersi, gücünü ona geri vermeye çalışmak. Cümlenin tonunu hissettirmeye çalışmak, imlayı önemsememek değil önemsemek, çünkü ünlem boşa savrulacak bir işaret değil. Yani okuru alıştığı yataktan çıkarmak istemek, çünkü okumak bir görme işidir de. Rahatça akıp gitmesin, rahatça akıp gidecek şeyler yazmadım, dursun, baksın, düşünsün, yavaşlasın, hızlansın...

-Karakterleriniz rakamlar ya da nesnelerle şekilleniyor, kendilerini böyle ifade ediyorlar, bu takıntılı halleri nereden kaynaklanıyor?

Evleri çok iyi bilirim, ama nesnelerle geç tanıştım... Bu bana has bir durum değil. Bağlar'daki ve ona benzer yerleşimlerdeki çocukların çoğu da öyle. Ev değil duvarları bilirsin. Hayatında çok az nesne vardır. Dünyada gereksiz çok nesne var. Takmamak mümkün değil. Rakamlara gelince, gücü olanlar sayılarla konuşur, hesap yaparlar ve sayılarla korkutup sindirmeye, aklımızı karıştırmaya çalışırlar. Sayıları geri almak, onları da kelimeler gibi diriltmek ve 'bi dur kardeşim' işaretine dönüştürmek istedim.

-Dilinizin bıçkınlığı, sözcüklerinin sertliği kahramanlarının çoğu kadın olmasına rağmen, bir erkek yazarda bile az görülür bir şiddeti taşıyor... Bu şiddetin kaynağı ne?

Şiddetin kaynağı süregiden hayat, yani devlet, ahlak, sistemler ve bunların yarattığı insanlık halleri ve onlarla karşılaşma biçimlerim. Çok şefkatli bir annem var ve ben dünyanın kesinlikle ona benzediğini düşünüyordum, karşılaştığım birçok pislik halinin istisna olduğunu düşünüyordum, ama öyle olmadığını öğrendim. Şiddetli bir biçimde... Yani üniversite yıllarında çok şaşırıyor ve bir türlü inanmak istemiyordum gördüğüm şeylere, öfkeden kuduruyordum, çoğunu da öyle bir halle yazdım.

OKURDAN KORKMUYORUM

-Edebiyat kuramcıları, eleştirmenleri vs, ne derlerse desinler, okur bir edebiyat metninde de yazarını arar... Üstelik bundan büyük bir haz alır... Bu tür okur sizi korkutuyor mu?

Hayır asla korkutmuyor, çünkü ben de öyle bir okurum, sevdiğim her yazarın nasıl yaşadığını (bu fiziki varlığı değil salt) düşünürüm. Yakınlarda Tomris Uyar'la, Turgut Uyar üzerine yapılmış bir söyleşi kitabı okudum ve hiç şaşırmadım. Evet Turgut Uyar böyle bir adam olabilirdi dedim. Ve kimse içinde olduğu hayattan bağımsız değildir sanıyorum. Yazılan her şeye böyle bakamayız, ama bu da var...

-Hem içerde, hem dışarıda, coğrafya tanımayan, cinsel kimliğin sınırlarını geçişken kılan öyküleriniz gelip "hiç"te toplanıyor. Bu bir felsefi tavır olmaktan öte, bugün, içinde yaşanılan dönemi anlatmanın yanı sıra onun şiddetinden korunmanın bir yolu mu?

Bildiğim yalnızlık hallerini anlatmaya çalıştım, daha doğrusu hiç sayılma, hiçleştirme hallerini. İnsanlar kedilerin varlığından emin olabiliyorlar, ama hayat öyle örgütlenmiş ki kendi varlıklarından emin olamıyorlar. "Ben tanrım nasıl bir hiçim" diye bağıranlar elbette hiç olmadıklarını, kendilerine sunulan varlık seçeneklerinin hiç olduğunu pek iyi biliyorlar, bu yüzden şiddete maruz kalıyorlar. Şiddetten nasıl, ne kadar korunabiliriz bilmiyorum, ama tüm biçimlerini nereden gelirse gelsin anlatmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum.

Geçişken halin bir hayat hali olarak bizi arafta tutmasıyla ayakta kalabileceğimizi düşünüyorum...

7 Ağustos 2011 Pazar

Bin Uçurtmaya Kanıyorsun / Çağatay Güler


ISBN: 978-975-605-4414-88-8,
Palme Yayıncılık:633,
Ankara, Temmuz 2011
96 Sayfa

Dizinin bir diğer kitabı. İlk üçünden farklı olarak gündelik sorunlara daha yakın öykülere yer verilmiş. Bir de onlardan yola çıkılarak kurulan düşlere tabi. Herkesin içinde kendinden bir parça bulacağı birbirinden farklı ve güzel 17 öykü. Keşke herkes ulaşıp okuyabilse...
Kitapta yer alan öykülerden birisi olan "Tsunami" bianet'in cumartesi günleri yayınlanan biamag sayfasında yer alıyor.

Buradan da okuyabilirsiniz:

TSUNAMİ

Çok dinlediniz tsunamisini Uzakdoğu'nun. Kırılıp döküleni, olanı biteni anlatmaya çalışacağımı sanmayın. Oldu ve bitti işte. Yitip giden canlar, depremin teptiği dalgayla sürüklenip giden anneler, babalar, çocuklar... Dalga da ne dalga ama! Okyanustan kopup gelen, dev bir canavar ağzı. Sanki yoksullardan çıkarıyor tüm acısını insanoğlunun densizliklerinin. Ben demiyorum bunu, kendileri diyor. Yıkılmış kentin tezgâh olup sırlanmış çarşısı. Tezgâhtar ağıt dolu, kara kara suçlayan zaten yılıp gitmiş olanları.

"Bire hainler, bire kötüler. Sizin içiniz karası yüzünden bu başınıza gelenler."

Neden hep yoksullar ki lanetlenip cezalandırılanlar? Neden haritanın yoksulunu seçer öbek öbek bu afetler, felaketler? Neden hep yoksulları bulur, hesaplanmış kitaplanmış gibi.

"Siz ki düştünüz bu kötü yola, saptınız bizim doğrumuzdan, elbet gelecek başınıza bunlar!"

Dinler geçer yardıma gelen ekiplerin üyelerinin çoğu anlamadan. Yardıma gelen ellerinde bayrakları, basın toplantılarının "biz yaptık, biz, biz de biz!"leriyle, doğanın yumruğundan kaçabilmiş çocukları peşlerinden koşturan el açtırıp "mani mister, mani mister!"

"Eşşoğlueşşekler" diye bağırması gelir adamın:"Dilenci yapmayın lan yardıma gittiğiniz ülkenin çocuklarını!"(Eşşoğlueşşeğin karşılığını eklemeli çok dilli küçük cep sözlüklerine, ihtiyaçtır!)

Sözüm onları gönderen beş benzemez politikalaradır! Yardım ekiplerindekiler, hepsi yürekleri sevgi dolu, temiz insanlar. Ama o politikalar yok mu onları gönderen, hiçbiri diğerine benzemez, bağdaşmaz hiçbiri diğeriyle! Sırtlarına vurup ihtiyaç fazlalarını, yardıma salan o politikalar!

Bir köy vardı bütün bebeklerini ve çocuklarını tsunami yutmuş, kan ağlayan. Bebek bezlerinden bir dağ olmuştu köy meydanında, pikaplardan atılıp kaçılan. Ağlayan kadınlar gözleri kan çanağı, bakıp bakıp o yığına... Bir kadın kurdele istemişti. Gelinlik kızının saçına takmak için. Dudak bükmüştü Danimarkalı. Sorup anladım bin bir güçlükle: Korurmuş kızının bebeklerini bir sonraki tsunamiden duası okunup takılırsa yordamınca! Kurdele alırım o gün bugün, ne zaman afete gitsem... Tezgâhlar hiç susmadan seslenir disk çalarlardan:

"Ey yoldan çıkmışlar, bekleyin siz, göreceksiniz daha neler neler gelecek başınıza!"

Suçlu tsunaminin sürüp götürdükleriydi anlatılanlara göre. "Ey günahkârlar!" diye başlıyordu her biri, her birinin günah saydığı başka! Kasetçalarların her biri bir başka söylem grubunundu. Günah tanımları bile çeşit çeşit söylem grupları, doğruları hiç birbirine benzemez.

"Gönderen politikalardan" arınmış bir sağlık ekibi...

Doktorlar, hemşireler, bir de çevre sağlığı teknisyeni. Ellerinden geleni yapmaya çalışan, arada bulup buluşturulanlarla açlığını bastırıp... Dolaşıp kent yıkıntısından kent yıkıntısına, sarıp sarmalanmaya çalışan yürek yaralarını bile, onmazlığını bilseler de.

Yine bir yıkıntı kentteler dalgaların yerle bir ettiği. Kocaman bir ova gibi yıkıntı çöplüğü. Etrafta çıt yok. Kırmızı bezler asılmış sağda solda ağaç dallarına. "Dikkât, bu bölgede ceset olabilir" demek. Ceset de aranacak bölgede. Bulunanlar torbalara konup yol kenarına dizilecek. Kamyonlar gelip alıp, götürecekler toplu mezarlara. Gıyap namazları kılınacak sonra. Genç hekimlerden biri yanındaki yaşlı hekime fısıldadı:

-Ağlıyorsunuz!

İrkildi yaşlı hekim gözü bir çalıya takılı oyuncak bebekte. Kim bilir hangi çocuğun bebeği. Ağlıyordu sicim sicim, farkında olmadan dalmış. Gözlerini sildi telaşla ellerinin yanıyla, suçüstü yakalanmış gibi. Yardım ekibi üyelerinde görülen bunaltı deliliklerinden biri işte. Gözlerinin önüne eski deprem yıkımlarından biri geldi birden. Orada da görevliydi. Sabah gün ağarırken evleri deprem hışmına uğramış bir sokağa girmişti. Yıkılmış, yana yatmış, kimi katları birbiri üstüne çökmüş evlerin sıralandığı bir sokak. Hastane çadırına uğrayacaktı sokağı geçip. Birden aklına takılmıştı, "Şu iki evden de imdat çığlığı gelse aynı anda, ilk hangisine koşardı ki?" Bir süre sonra sokağın sonundaki bir yıkıntının üzerine yığılmış halde kendine gelmişti. Kan ter içindeydi. Ölümüne koşmuş olmalıydı bir Amok koşucusu gibi. Kaldıramamıştı iki ev yıkıntısından birden yükselen imdat çığlığını çözümsüzlüğünü, bunaltı deliliğine yakalanmıştı o an. Soluksuz kalmıştı neredeyse. Zor toplamıştı kuş kanadı gibi çarpan yüreği. Olağanüstü bir çabayla doğrulup, ayağa kalkabilmişti dakikalar sonra. Mırıldandı ağzını genç hekimin kulağına yaklaştırıp:

- Olmadık sorular sorup, bunaltmayın kendinizi afetlerde çalışırken!

Genç hekim yüzüne baktı söylenenleri anlamlandırmaya çalışırken. Yaşlı hekim devam etti:

- Keşke bu tsunami bebeğini çalıp gitseydi, çocuğu bırakıp. Üzülür, ağlardı ama kucaklar öperdik hiç olmazsa!

"Haklısın ağabey" dedi genç hekim, uzakta gördüğü bir cesede doğru yürürken.

* Çağatay Güler, "Bin Uçurtmaya Kanıyorsun" Öyküler, Palme Yayıncılık, 2011 Ankara

(Yazarının özel izniyle yayınlanmıştır.)


Kitabın Yayınevindeki Sayfası:
http://www.palmeyayinevi.com/